1 Ocak 2013 Salı

Çocukluğum Çağırdı 8

Hamam Sokak,
Ablam  bir yere gidiyor. Annem hasta, salondaki yatakta yatıyor yeni alınan. “Zeynebi de götür.” demiş ablama. Ben de en hain sırıtmamla takılmışım peşine gidiyoruz. Ablam ve arkadaşıyla yürüyoruz. Hoplaya zıplaya gidiyorum. Yeni kırmızı rugan çizmelerim harika! Onları giyecek fırsatı buldum diye (gerçi alındığından beri, evde her an onlarla geziyorum da, sokağa hiç çıkmamışım o güne kadar.) öyle koşturuyorum ki; ablamdan sürekli “ Yanımdan ayrılma!” diye azar işitiyorum. Derken, gideceğimiz yere varıyoruz: Yüncüye! Meğer yün almaya gelmişiz. Onlar yün bakıyor, ben de sağı solu kurcalıyorum. Beyaz saçlı, beyaz sakallı dükkâncı amca sürekli beni ikaz ediyor. “ Onu elleme! Buna dokunma!” Ama adamın çabaları nafile. Ablamların yün bakması, seçmesi uzadıkça, ben sıkıntıdan patlıyorum. Sıkıntıdan patladıkça da, sağı solu karıştırıyorum. O sırada çişim geliyor. Ablama “ Abla, tuvaletim geldi.” diyorum. “Biraz bekle, seçelim de gideceğiz.” diye cevap veriyor. Biraz daha oyalanıyorum. Sonra yine “ Abla sıkıştım ben.” diyorum. “ Tamam, tamam gideceğiz birazdan tut biraz.” diyor. Biraz daha tutmaya çalıştıktan sonra “Abla! Çok çişim geldi diyorum! Hadi bana tuvalet bul! Gidelim artık.” diyorum. Kızıyor “Öf! Tut dedik sana biraz, gideceğiz işte şimdi.” diyor. Biraz daha vakit geçip de hala gitmeyince, “ Ya, abla ya! Altıma yapacağım, çok çişim var!”diye bağırınca ablam da “ Yap altına be! Aa!” diyor. Ben de yapıyorum. Şırıl, şırıl, şırıl… Bir rahatlama, bir rahatlama… Yaptıkça yapıyorum. Çizmelerimin içine doluyor ama durduramıyorum. Hâlbuki birazcık yapıp, rahatlayınca durduracaktım! Yüncü ciyak ciyak: “Defolun! Defolun dükkânımdan!”
Dönüş yolunda ablam da, ben de ağlıyoruz. Ablam nefret etmiş benden, her yere giderken kuyruk gibi beni de takıyorlar peşine diye. Ben böğürerek ağlıyorum, kırmızı rugan çizmelerim rezil olmuş; Her adımda fırç, fırç…
                                                                                                                                        Dört yaşımdayım

Oldu mu şimdi?

Öfkeliyim! ÇOKK!!!  Bir yazıya böyle başlamayı kendime yakıştırıp, yediremesem de… Dünden beri defalarca yazıp yazıp, silsem de… Bazılarına kıyamayarak kaydedip, bir gün çıkarmak üzere saklasam da… " Kızım; öfke zararlıdır, sonunda zararlı çıkan sen olursun" desem de… Ha bre: “Allah’ım sakinleştir beni, yavaşlat içimde çağıldayıp kudurmuş gibi akan bu kızgınlığı.” desem de…  Bildiğim ne kadar nefes tekniği varsa hepsini uygulasam da… Geçmiyor.İçimdeki kızgınlık geçmiyor! İnsanların riyakarlığını, bu denli ikiyüzlü olabilmelerini anlamıyor asla sinsilik yapmamayı kendine hayat felsefesi edinmiş salak ruhum.( Dan! diye söyler insan dediğin; acıtacaksa acıtır, kıracaksa kırar. İnsanın yaradılışında yok bin türlü dolap dalavere çevirip de, elde etmesi olası faydaları yedeklemek. Ha bunu yapmıyorlar mı, adına mecburi bir genelleme olarak " insan" dediklerin? Tabi yapıyorlar ama biz onlara başka şeyler diyoruz, insan değil!) Güldüğüm yüzün arkamı döner dönmez siliniveren gülümsemesini görmüyor gözlerim, duymuyor kulaklarım satır aralarına ustaca gizlenmiş sözleri, fark etmiyorum bana uzanan bir elin biraz sonra biriyle arama mesafe koymak için uzanmakta olduğunu. Aslında acımazdı canım bu kadar, acıtamazdı hiç kimse canımı; çocuklar olmasaydı… Aklımda sadece iki kelime uçuşup duruyor:  “Oldu mu şimdi?
"Oldu mu şimdi olayı" bende, inkar aşaması hiç yaşanmadan ÖFKE şeklinde tezahür etti. Kabullenme elbet gelecek biliyorum, başka yolu yok. Şimdi yazdıkça beni daha da kızdıran imtina etme durumu, lök gibi oturuyor bilgisayarın klavyesinde.  Neden imtina ediyorum? Kimseye verecek bir hesabı olmayan, birileri sorgulamaya kalkıştığında canının istediği gibi tepkiler veren, hiçbir konuda şükürler olsun kimselere gebe olmayan ben… Bu sefer imtina etmek zorundayım! Buna herhangi bir dış etken veya kişi ittirmiyor beni.  İçimde; iyiliğe, özsaygıya, anneliğe, öğretmenliğe, var olan her şeye duyulan sevgiye, çocuğa, kadına bulanmış bir ben var. O durduruyor beni. Dizginlerimden yakalamış, her ileri doğru hamle yapmaya kalkıştığımda asılıyor. “Hayır!” diyor. “Hayır Lale! Yazma! Söyleme! Bırak herkes sevgisizliğiyle, anlamazlığıyla, küçük hesaplarıyla kalsın! Çocuklar incinmesin…!” O son sözü söylemese, umurumda değil zaten. Takıldığım nokta orası zaten! “Tamam.” diyorum.” Tamam! Kahretsin!!!”  İçimdeki cılız sesli duygusallık: “Oldu mu şimdi? Ne gerek vardı ki? Yakıştı mı şimdi? “ demeye kalkışıyor;  öbürü yüksek sesle susturuyor onu:  “ ÇOCUKLAR İNCİNMESİN” dedim!!!  Çok koşmuş, çok efor sarf etmiş gibi yoruluyor bedenim bu mücadeleden. Ruhumun huzura ihtiyacı var,   “ Yapacağın bir şey yok Lale’cim” diyorum kendime.  “Herkes kendi kaderini yaşar… SUSsss…”

1.Ocak.2013

                                                                                                                                                         
Bu kadar huzurlu olduğum… Bu kadar keyiften öldüğüm bir günde… Güncel bir yazı yazasım yoktu, ama… Hayatı irdeleyen, halinden pek de memnun olmayan, amalar ve acabalarla yaşamakta olduğu değerli, özel anları ıskalayan, birazcık daha “iyi” olursa daha memnun hissedecek olduğunu düşünen dostlarım var benim. Arkadaşlarım, sevdiklerim, insanlarım…
Küçükken at binerdik biz. Hoca’yı, aman sanki üzengiye kendi çok mu doğru basıyor, dizginler öyle mi tutulurmuş? diye, çok bilmişlik edip de eleştirdiğim zaman, yapıştırırlardı cevabı: “Hoca’nın dediğini yap! Yaptığını yapma!!!”  İşte bu da öyle bir şey; kendim bazen bazı şeyleri yapmayı beceremiyorum. Yoruluyorum, kırılıyorum, küsüyorum, yılıyorum. ( Çuvaldızı kendime ;) ) Ama bu, tanıdık tanımadık, varoluş amacı dünyayı renklendirmek olan tüm insanların aslında neyi, nasıl yapması gerektiğini bilmeme, görmeme engel değil. Gün oluyor fikirlerimi kendime saklıyorum, gün oluyor söylüyorum. İşte bu gün de onlardan biri; Söylemeye değer bulduğum…
Biz, çoğumuz… Zor yollardan yürüdük, her biri kendimizce… Kimimizin saçı sorun olmaya yetti, kimimizin karısı ya da kocası. Veya para yoktu olması gerektiği zamanda, ya da yaslanacak bir omuz. Kimimizin hayal ettiği gibi bir evi yoktu, kimimizin canından çok seveceği bir evladı. Bazımız gerçek aşk diye diye düştük yollara elimizin tersiyle savuşturarak pırıltılı içi fos siluetleri, bazımız sıcak bir bedeni tercih ettik boş yataklarda uyanmaya… Kiminin “derdi” kimine hafif geldi aşağıladık, kiminin derdi kimine ağır geldi yok artık! deyip toz olduk. Bazımız merhem olmaya çalıştı diğerlerinin yaralarına, bazılarımız iplemedi bile kimseyi “İlle de ben” diye. Kimimiz arabasını sevmedi kırmızı değil de beyaz diye, kimimiz tırnaklarını yedi ben bu çocuğu doktora nasıl götüreceğim diye. Gönlünün almadığı bir adamla ya da kadınla yaşamak zorunda kaldı kimimiz, kimimiz evde bekleyeni hiçe sayarak yaşadık hayatımızı… İşte böyle böyle, biz biz olduk. Genlerimize kodlanmış, yüzlerce yıllık birikimimizle; acılarla, sevinçlerle, aşklarla, hüzünlerle  “insan” olduk. Biz, BİZ olduk…
Uzun zamandır içimde bir şey var: Beni daha cesur olmaya iten. Daha sevgi dolu, daha umarsız, istemediği zaman hayır demeyi öğrenmiş,  daha çok çocuğu, çiçeği, böceği, ağacı, bulutları, denizi seven, bazı çok özel minicik detayları fark edip de bir kayıt cihazı, bir fotoğraf makinesi gibi beynime kaydeden, affetmeyi büyüklük değil de doğal addeden, adım atmayı gururumdan eksiltmeden beceren, olur olmaz zamanlarda başımı kaldırıp gökyüzüne şükretmemi söyleyen… Artık gülümseyebilen!
Yepyeni bir yılın ilk gününde diyorum ki: Hayat, bizim severek ya da sevmeyerek… Memnun olarak ya da olmayarak… Gülerek ya da ağlayarak… Eşşek gibi, yürümemiz gereken bir yol! Ötesi yok! Çaresi yok! Onunla ne yapacağımız, onu nasıl yaşayacağımız bize kalmış.
 Dilerim hepimiz; canımızı acıtacak kadar eğilmeden, egomuzu hırpalayacak kadar taviz vermeden, istemediğimiz yerlerde, bedenlerde, evlerde, durumlarda olmadan yaşarız bu güzel yolculuğu. Biraz daha insan olarak, biraz daha farkında olarak, biraz daha severek, biraz daha az bekleyerek, biraz daha tebessüm ederek… SEVGİYLE. YOLUNUZ HER ZAMAN IŞIK ve SEVGİ OLSUN, Lale.